Vatana Dâir*
Bu vatan, bir yumruk kadar küçük ve sonsuzluk kitabı kadar geniştir. Bu büyüleyici, yaralayıcı ve yaralı vatan, evlâtları için bir hapishâneye mi dönüşüyor?
Bütün şekiller ve renklere çok bulandı. Çok öldü, çok yaşadı. İsimleri değişir; ağaçları yaşar ve ölür. Ve biz ölümü kucaklar gibi ona sarılırız. Ta ki ölene kadar. Yeşilliğin sebeplerini, güneş ve hançer gibi âşikar hakîkate ve ilâhî mensûbiyete bağlıyoruz: Bir vatanımız var.
Bu ışıltılı kucaklaşmanın içinde, hapishâne ve sürgüne dönmüş olsa bile bu vatanı saran kollarımızı koparan kasırgaların geçişini görüyoruz.
Bu kucaklaşmaya ne zaman bir bıçak girerse, kucaklaşmaya devâm etme gücümüz artsın diye dâima sevgiyi ve kaderi yeniden kabullenmeye çağrılıyoruz.
Biz artık şarkı söylemiyoruz. Ama şarkı söylemeye çok benzeyen bu kabullenmeyle, bütün canlı ve ölü bedenleri saran bu vatan ve bizim aramızda ayrılık çıkarma teşebbüslerine direniyoruz. Kışkırtmaya sevgiyle meydân okuyoruz. Gülerek göğüs geriyoruz. Bizi, bu vatanla kucaklaşmaktan vazgeçmeye zorlayan her türlü çabaya kabullenilmiş bir ölümle karşı koyuyoruz.
Biz, bu vatanı ne masalsı bir rüyâda ne uzak bir hayâlde ne de eski bir kitabın güzel bir sayfasında aradık. Müessese ve kurumların üretimi gibi bu vatanı biz meydâna getirmedik. Bizi meydâna getiren odur. O babamızdır, o anamızdır. Bir seçimle karşı karşıya değildik. Bu vatanı, bir dükkândan ya da ajanstan satın almadık. Onu evlâtlık edinmedik. Kimse bizi onu sevmeye iknâ etmedi. Biz kendimizi onun kanında ve bedeninde nabız; kemiğinde ilik olarak bulduk. İşte bunun için o bize âittir, biz de ona âitiz.
Ama neden bunları şimdi söylüyoruz!
Uzun zulüm târihimiz; tamamı suçlanan, tehdît edilen ve işkence gören bu vatanın insanlarına zulmetmede bu kadar şiddete ve vahşete, şimdi şâhit olduğu gibi, hiçbir zaman şâhit olmadı... Dünyânın neresinde olursa olsun terör kabul ettiği bir duruma karşı dünyâyı tetikte olmaya çağırmakla ve bu vatanın Yahûdilerin vatanı olduğunu bütün dünyâya kabul ettirmekle meşgul olan İsrâil Hükûmeti; zeytin ağaçlarını dikenlerin haklarını tanımıyor ve onlara karşı terörün en şiddetli şekillerinden birini uyguluyor… Hem de onların vatanında.
Ve dünyâ hiçbir şeyin farkında değil.
Hâlihazırda şu zorlukla karşı karşıyayız: Ya omuzlarımız küçülecek ve alınlarımız güneşten uzaklaşacak. Ya da bu vatanda kalmaktan vazgeçeceğiz. Ama biz başka bir zorluğu seçtik: Hayatta kalmak ve mücâdele etmek.
Öyle ya da böyle birçok uzun hapishâne türünden geçiyoruz:
Basit bir askerî emirle bize diyorlar ki: Sizin… bu şehri veya köyü terk etmeye hakkınız yok!
Bu bir hapishânedir…
Ve yine bize diyorlar ki: Sizin… gün batımından gün doğumuna kadar evden çıkmaya hakkınız yok!
Bu bir hapishânedir…
Dâima mahkemenin yasal iznine sâhip olan polis; istediği zaman patlayıcı arama gerekçesiyle insanların evlerinde, çantalarında, ceplerinde ve hatta kafalarında arama yapıyor.
Bu bir hapishânedir…
Ve yine istediği zaman, güvenlik sorununun sebeplerini araştırma bahânesiyle hiçbir delil olmadan onlarca, yüzlerce insanı gözaltı merkezlerinin karanlığına götürüyor…
Bu bir hapishânedir…
Irkçı baskı son günlerde yöntemini geliştirdi: Bir köyün -meselâ Sulam gibi- tamâmı kuşatılıyor ve içerisinde bir yerden bir yere gitmek yasaklanıyor. Sulam köyü ve başına gelenler, terörün artacağına dâir bir tehlike çanı ve önemli uyarı sayılacak vahim bir başlangıçtır.
Bu artış bu şekilde devâm ederse bütün bir halkın tutuklanmasından bahsetmek normal bir hâle gelecek.
Bir soru:
İsrâil Hükûmeti, bütün Arapları tutuklamak ve bu vatanı bir hapishâneye dönüştürmek mi istiyor?
Hükûmetin adımlarına yön veren şüphe ve terör mantığı, onu şöyle bir ihtimâle götürüyor: Daha fazla toplama kampı kurmak!
Ama bu toplu tutuklama, hükûmete istediği şeyi sağlıyor mu?
Bir soru:
Ne istiyorlar bizden?
Hükûmetin yaptığı her şey güvenliği sağlamak için önleyici caydırma bahânesiyle yapılıyor. Peki, güvenliğin sarsılmasından İsrâil'deki Araplar mı sorumlu? Bu sorunun, Arap meseleleri uzmanları tarafından ciddi ve derin bir şekilde incelenmesi gerekiyor. Ama onlar başkalarının toprağının işgal edilmesinin ve haklarının yağmalanmasının, güvenlik endişesi denilen şeyin ilk ve son sebebi olduğunu kabullenmeye cesâret ediyorlar mı?
Polis ve istihbârat servislerinin yüzlerce tutukluyla yürüttüğü kapsamlı soruşturmalar, tek bir noktaya odaklanıyor: Her Arap'ın şüpheli ve sanık olmasından yola çıkarak, İsrâil'deki bütün Arapları polisin hizmetinde kullanmaya ve onlardan zorla siyâsî iş birliği sözü almaya çalışmak. Tutuklu bulunduğumuz esnâda fark ettik ki; Bombalamalarla ilgili ithamlarımız, bir yandan siyâsî intikâm için bir yandan da bazı vicdânları satın almak için bir kılıftı.
Peki, İsrâil'de Araplara karşı terörü neden şimdi tırmandırıyorlar?
Öncelikle şunu belirtmemiz gerekiyor ki bu tırmandırma, 5 Haziran'dan sonra işgal altında olan Arap bölgelerindeki alçak işgal durumunun bir yansımasıdır. İsrâil'de Araplara yapılan zulüm ile işgal edilen topraklarda direnişin artması ve halkın memnûniyetini kazanmada işgalin başarısızlığı arasındaki irtibât, sadece bir tahmîn olmaktan çıktı; derin bir ilişki hâline geldi. Böylece, savaş ve işgal politikası iç kesimlerde tehlikeli sonuçlarından birini bırakıyor. Yahûdi halk, bu politikanın etkilerinden uzak kalamayacağını bilmelidir; özellikle de İsrâil'deki Arapların ırkçı baskı, savaş ve işgale karşı yürüttükleri siyâsî mücâdelenin, liberal Yahûdi güçlerinin bu politikaya karşı mücâdelesiyle iç içe olduğu göz önüne alındığında.
İsrâil Hükûmeti; işgalinin başarısızlığının günâh keçisi olarak İsrâil'deki Arapları seçer ve onlara rehîne mantığıyla davranmaya devâm ederse, büyük bir hatâ yaptığını bilmelidir. Hayır! Biz, onların elinde işgale bizimle direnecekleri rehîneler değiliz. Bize karşı muâmelesi, barışı sağlamaya çalıştığı ya da Arap halklarıyla emrivaki temelinde barış yapabileceği iddiasının yalan olduğuna dâir güçlü bir delîl sağlıyor. Bu otorite; yirmi yıldır millî bir azınlıkla barış yapmaktan âciz kaldı, çünkü o azınlığı etnik ve gündelik haklarından mahrûm bıraktı. Onları küçümsediğine dâir, her seçimde düşmanlığının affedilmesi talebinden ve komünistleri seçmelerinin onlara en büyük tehlikeleri getireceği yönündeki küstahça tehdîdinden daha açık bir kanıt yoktur. Bu sebeple; mahkûmun dostluğunu zorla elde edemeyen, onunla anlaşamayan ve onun memnûniyetini kazanamayan gardiyan; bütün halkı teslim olmaya da zorlayamıyor. İsrâil'de Araplara yönelik şiddetin devam etmesi birçok köprüyü havaya uçuruyor ve otoritenin dikkate alması gereken tehlikelere yol açıyor.
İsrâil'deki Araplar siyâsî mücâdelelerinin yolunu, uzun tecrübeler ve zorlu çalışmalarla seçtiler. Bu vatanda kalıyorlar çünkü burası onların vatanı. Provokasyonlar, onlara kalmaları için yeni bir sebepten başka bir şey vermeyecektir. Kalmakta ısrar etmek, böyle bir durumda, çocukluk beşiğine estetik ve romantik bir bağlılık değil; asil bir savaştır... Yankısı, Yahûdi ve uluslararası kamuoyuna ulaşması gereken meşrû bir savaş. O hâlde, onların umutsuzluğa düşmesinden sakın; çünkü umutsuzluk, iki ucu keskin bir kılıçtır!
Yumruk gibi küçük bu vatan; bir hapishâneye dönerse, biz onu vatanımız olduğu için sevmeye devâm edeceğiz. Hapishânesini vatan ve vatanını hapishâne yapan, işgali vatanı yapandan daha hayırlıdır!
Ey surlarının ardında ağaçlarını, tarlalarını, tepelerini gördüğümüz vatan, daha da güzelleştin! ....
*Mahmûd Dervîş, el-A’mâlu’n-Nesriyye, (Ramallah: Mahmoud Darwish Foundation, 2019), 1:9-16
Arapça’dan tercüme eden: Emre Özen